Atiye
-Atiye-
Tarihlerden 24 Nisan 2017, çocuk bayramından bir gün ve doğum günümden ise iki hafta sonra yaşayacağım, kelimelerle tarif edilemez olan o boşluğu, o günün öğlen saatlerinde yaşamıştım. Üstünden yaklaşık sekiz sene geçecek olsa bile hatırladıkça yine önce boğazım düğümlenir sonra gözlerim acı acı sızlamaya başlar, sonunda ise ve dayanamazlar yan yana olan iki çeşme gibi akıp giderler. Yüzüm göğsümdeki o boşluğu, o acıyı kaldıramaz gibi buruşurdu. Şu an da olduğu gibi.
Henüz yedi yaşıma daha yeni yeni basmıştım, mutluydum fakat ailemi ve beni rahat bırakmayan bir huzursuzluk vardı içimizde, hissediyorduk bir şeyleri fakat ne müdahale edebiliyorduk ne anlamdırabiliyorduk ne de bir ad koyabiliyorduk. Yine de onu bir kenara bırakıyor, yaşamaya bir aksilik çıkarmamaya dikkat ederek, sessizce devam etmeye çalışıyorduk.
8 Nisan 2017, doğum günümde o yanımda olamasa dahi, yanımdaymış gibi hissettirdiği son doğum günümdü, 23 Nisan 2017 yine yanımda olamasa da yanımdaymış gibi hissettirdiği son çocuk bayramımdı. Öğretmenimizin sınıfça kızlar için aldırdığı, sırt kısmından iki eliminde orta parmağına kadar uzanan ince tül kanatları, üzerinde beyaz yıldızları, –doğrumudur bilmiyorum çünkü pek hatırlamıyorum o detayları- kolları ince fırfırlı, dizlerimin biraz üstünde olan mavi elbisemi son kez giymiştim, zaten sonrasında büyümüş ve bir daha giyememiştim. Sadece aklımda anlatmaya çalıştığım, dediğim gibi olan bir resim var.
24 Nisan 2017, Peruşumun kendi elleriyle kapattığı koskoca, yedi yıllık anneanne-torun ilişkisi. Aklımın ve kalbimin bir köşesinde hala kapalı ve tozlanmış bir şekilde duruyor. Yaklaşık yedi sekiz yıldır gitmediğim memleketime, Kastamonu’ya gidip kapalı ve tozlanmış olan o yılları yad etmem gerekiyor. Önce uzun bir yolculuğu bitirmem gerekiyor, sonra –eğer yazın gitmezsem- Peruşumun üstünde can verdiği o Kastamonu’n fazla ve derin olan karlarını aşmam gerekiyor. Umarım o gün ki gibi bir çift sandalet giymem. Mezarlık daha tepededir, aşmam uzundur. Fakat içimdeki Peruşuma kavuşmanın isteği inanırım ki Kastamonu’n o uzun yamaçlı dağlarını, tepelerini, yaylalarını yıkar ve geçer. Nihayet vardığımda ise dört tarafı mermeden yapılmış ve artık onun evi olmuş soğuk, buz gibi olan mezarlığın kenarına çökerim. Aklım istem dışı düşüncelere sokar beni daha gözümden iki çift yaş gelmeden. Annem, Peruşumun ak gibi olan kefenini yırtmıştı daha mezarına konulmadan, –tabi tekrar sarmışlardır kefeniyle çıplak bedenini- fakat düşünürüm yine de, zor değil midir kendisinin iki katı kadar olan, havasız, nemli, kahverengi çamurların içinde çeşitli küçük büyük böceklerle, örümceklerle ve daha cinsini sayamadığım birçok hayvanla birlikte yer alıp birde üstüne kol kadar tahtaların konması? Korkunç geliyor yaşayana ya da ölümü yaklaşana, fakat günün birinde biz de herkesin dediği ve her aklın bir köşesinde durduğu gibi bizde bir gün öleceğiz ve orayı evimiz edeceğiz. “Her yıl ölüm tarihimizin ne zaman olduğunu bilmesek de üstünden geçiyoruz.” bu cümlenin ne kadar doğru olduğunu düşünmeden edememiştim ilk gördüğüm zaman –şimdi de düşünürüm aklıma geldikçe.- Bu cümleyi okuduğum gibi ezberlemiştim, fakat buraya birebir aynısını yazdığımı söyleyemem.
Çok uzattım, anlatmaya başlayayım o günü. Tarih –sürekli söylediğim gibi- 24 Nisan 2017 idi, ikinci sınıfa gidiyorduk ikizimle. Çocukluğumuzun daha ilk yıllarındayız, okulumuzda ise üçüncü senemiz. Öğlen saat on iki gibi eve geldik. Bizim bir börekçi dükkanımız var, -emeklerine sağlık annemle babamın hala işletiyorlar- öğlen tatillerinde dükkana gelir orada biraz börek yer ve meyve suyu içer okulun yolunu tutardık yine. O zamanlar bizim dükkanın yanına iki dükkan vardı, yanımızdaki boştu, boş olanın yanında ise bir çiğköfteci dükkanı vardı. Oradan yalvar yakar babamdan ve annemden zorla para koparıp ikizimle, altı lira mıydı on iki lira mıydı işte o kadar parayla iki tane hazırdan çiğköfte almıştık. Masanın üzerinde de acılı patlamış mısırlar vardı, o zamanlar daha yeni çıkmıştı abiden istedik, rica ettik ve sağolsun bizi kırmadan verdi mısırları. Hazırladığı çiğköfteleri de verdiğinde annem tuttu kollarımızdan bizi götürdü evde rahatça yiyelim diye. Yemeğimizi yedik falan vakit de az kaldığı için okula gitmemiz gerekiyordu fakat biz yiyememiştik daha o acılı mısırlardan. İkizimle aldık onları dedik ki; okula götürelim, sınıftaki arkadaşlarımızla yeriz diye anlaştık. Ayakkabılarımızı giydik, evimizin merdivenlerinden iniyoruz ve bahçeye gireceğiz, annemi dayım aradı. Onlar konuşurlarken bizde dükkanın imalathanedeyiz ikizimle, kakara kikiri yapıyoruz. Sonra annem kapıyı açıp içeriye girdi bir hışımla. Kulaklarımızı sağır edecek kadar bağrıyordu “Söylesene Salim! Ne oldu, ne oldu?” diye. Arada nefesi kesiliyordu, durduğu yerde dört dönüyor, kendinei yaslayacak yer arıyordu. Biz ikizimle annemin öyle bağırmasından feci bir şekilde korkmuştuk, bir şey olmuştur diye de resmen dilimiz tutulmuştu fakat yine de annemin paçalarına yapışıp “Anne ne oldu!” diye bağırışıyorduk. Babam ön tarafta, kasanın önünde oturuyor bizi dinliyordu. Annem durmadan çığlık atıyordu. Biz de korkuyorduk. Sonunda konuşamayan dayımın elinden telefonu yengem almış ve o acı haberi anneme vermişti. “Döne abla galiba annen ölmüş, köydekiler onu karın içinde hareketsiz yatarken bulmuşlar. Buzlukta tavuklar varmış, o da bozulunca bunları götüreyim demiş arkadaşına. Götürmeye giderken de kaymış düşmüş.” Deyince annemin kayışları kopmuştu. Attığı çığlıklarına daha çok çığlık katıyor ve gözlerindeki yaşlar yanaklarından süzülüp oradan çenesine ardından giydiği penyesine damlıyordu. Kontrolünü kaybetmiş bir bağımlıya benziyordu ve yengemin söylediklerini –eminim ki o an orada bizim olduğumuzun farkında değildi- ağzından kaçırmıştı. Bunu ikizimle biz de duyunca artık bizim içinde kayışlar kopmuş, gözlerimiz iki çeşme gibi olmuştu. Yine annemin paçalarına yapışıyor ve “Anne Peruş mu ölmüş! Ninem mi ölmüş!” ya da “Anne ölmedi değil mi!” diye bağırıyorduk. O an dudaklarımızda ne o yaptığımız şakalardan kalan gülücükler vardı ne de minik avuçlarımızda, arkadaşlarımızla paylaşırız diye dükkanda unutmamak için sıkı sıkıya tuttuğumuz acılı mısırlar duruyordu. Sadece gözlerimizden akan yaşlar, -tıpkı annemde de olduğu gibi- yanaklarımızdan çenemize kadar süzülüyor ve pembe renkli okul formalarımıza damlıyordu. Küçük burunlarımızdan akan sümükler –midenizi bulandırdıysam özür dilerim- ağzımıza girecek kadar birikiyor, minik ellerimiz annemin paçalarından sıkı sıkıya tutuyor, bırakmıyordu. Utanmasa güneş hemen batacak, bulutlar üzüntümüze inat olsun diye imalathaneye kadar girip gök gürültülü yağmurlarını üzerlerimize yağdıracaktı. O anın o hissi, o atmosfer yeminim olsun kalbimin en derinliklerine, beni artık hep içten içe üşütecek bir yere gömüldü. Çıkmıyor ve hiç de çıkmayacak.
Sonrası annem apar topar yukarı çıktı önce İstanbul’a sonra Kastamonu’ya gitmek için bizlere valiz hazırlamaya başladı. Komşularda annemin çığlıklarını daha evlerinden duymuş, duyunca endişelenip bizim eve gelmişler ve anneme yardım etmeye başlamışlar sağolsunlar. Bizde ikizimle eve çıktık, çıkmaz olaydık. Annem ağıtlar yakmaya başlamıştı bile Peruşuma “Doyamadığım anam, gitti kara gözlü anam!” diye. Fakat Peruşum kara gözlere sahip değildir, elmas gibi parlayan, yaşlılıktan beyazlıklarında sarımsı lekeler oluşmuş iki tane elmas gibi masmavi göze sahiptir. Saçları kınadandır, kafasında oyalı çemberi vardır, belinde sürekli giydiği bir beyaz kuşak, üstüne kat kat giydiği penyeler ve birde üstüne örme, kolsuz bir hırka vardır. Altında çiçekli donu, ayağında desenli çoraplar ya da giydiği lastik ayakkabılar olurdu. Ardından valizler hazırlanmaya devam ediyor, annem bir yandan durmadan ağıt yakıyor bir yandan da durmadan yerinde zıplıyordu, -annem kilolu bir kadın olduğu için- hissederdim, zemin deprem oluyormuş gibi sallanırdı. Kadınlar annemi sakinleştirmeye çalışırdı hem böyle bağrıp çağırdığı için hemde bizi korkuttuğu için. Hal böyle olunca ikizimle bizi aşağıya gönderdiler. Babam dükkanda oturup –yine özür dilerim- aptal babasıyla konuşuyor onu dükkana gelip baksın diye ikna etmeye çalışıyordu. Duyuyordum dediklerini “Baba, kaynanam ölmüş. Gel de bakıver şu dükkana.” diye yalvarıyordu. Evet, dedem geldi ama biraz geç geldi. Sonralar da duydum, börek tezgahını bile toplamadan oradan tüymüş.
Biz ikizimle ne yapacağımızı bilmiyorduk, o zamanlar yan tarafımızda oturan, aynı okula gittiğimiz ve hala beraber büyüdüğümüz bir arkadaşımız vardı. Babası onu okula götürüyordu arabayla ve bizde ne yapacağımızı bilemediğimiz için arabaya binmiş okula gidiyorduk lakin annemin sesini işittik. Siz deyin yüz ben deyim iki yüz metre öteden işittik sesini. Annem cama çıkmış bize bağırıyordu “Damla, Deniz!” diye. Bunu duyunca arkadaşımızın babası arabayı durdurdu e, bizde haliyle indik sonuçta annem çağırıyordu. Eve geri gittik. O zamanlar okulun şöförü vardı, adı Hasan’dı o bırakmıştı çantalarımızı da dükkanın önüne sağolsun. Sonra annem kısaca anlattı Kastamonu’ya gideceğiz hazırlanın diye. Bizde ikizimle hazırlanmaya başladık hızlıca. Nisan ayı burada karın işi olmaz fakat Kastamonu’da boy boy kar vardır. O yüzden sıkı giyinmemiz gerekiyordu. Ben mont falan giydim üstüme ama ayağıma, beyaz çorabımın üstüne sandalet giydim, sandalet! Kötü olmasaydı bunu fark ederdi annem, ayağıma ayakkabıyı geçirirdi fakat onun için göz gözü görmüyordu. Peruşumdan yani annesinden aldığı mavi gözleri tuzlu su yüzünden rengi açılmış, beyazı kıpkırmızı olmuştu. Yüzünün rengi gitmiş, yanakları ağlamaktan gerilmişti. Çemberi de saçları gibi dağılmıştı ve sürekli titriyordu. Hazırlandık, bindik İstanbul otobüsüne. Yol gidiyoruz gidiyoruz bitmiyor inanın ki. O an aklımdan her türlü şey geçiyordu. Düşüncelere dalmıştım.
Esenler Otogarı’nda indiğimizde dayım galiba bizi alıp cenazeevine götürmüştü, yani kendi evine. Üç dayım vardır, bunlardan ikisi aynı apartmanda üst üste otururlardı. İki evi de cenazeevine çevirmişlerdi. Üst kattakinde kadınlar otururdu alt katta ise erkekler otururdu. Bizde üst kattaydık. Olayın üstünden saatler geçince hararetimiz biraz azalmıştı ikizimle. Kendimizle yaşıt olan kuzenimizle konuşuyor, bu zor günde gülmeye çalışıyorduk fakat aklımız da fikrimiz de dağınıktı. Toparlayamıyorduk. İki üç gülüşüyorduk fakat sonrasında yine gözlerimiz doluyordu. Annemin bağırışları cenazeevini inletiyor, teyzemin ve diğerlerinin ise onu susturmayı deniyorlardı fakat bu sonu olmayan bir döngü gibiydi. Annemin o halini gördükçe içim burkuluyor, olayın ciddiyeti bir kez daha sert bir şekilde yüzüme çarpıyordu. Annemler beş kardeştir, beşinin de aynı anda toplandığını ve böyle olduklarını ilk defa görmüştüm.
Vaktiyle akşam oldu. Bizi Kastamonu’ya kadar götürecek olan otobüs geldi. Babam eve geri dönmüştü o sırada. Bizde onunla vedalaşıp bizi Kastamonu’ya kadar götürecek otobüse binmiştik. Peruşumun cenazesi sabah gibi gömülecekti o yüzden akşam vakitleri çıkmıştık. Yedi sekiz saatlik bir yolculuktu, otobüs Kastamonu’n karına sapmazsa vakitli varacaktık fakat işler planlandığı gibi gitmedi ve otobüs kara battı. Adamlar indi aşağıya otobüsü ittirmeye. Birazcık uzun sürmüştü fakat nihayetinde başardıklarında yola devam etmiştik. Birkaç saat sonra önce Kastamonu’ya, oradan köye vardığımızda bizi aşağıya indirmişlerdi. Annem zaten otobüsten indiği gibi hiç durmamış, kimseyi dinlemeden yerlerin buz ve karla kaplı olduğuna aldırış etmeden koşuyordu. O soğuk da her yerimi titretiyordu, ağzımdan önümü göremeyeceğim kadar dumanlar çıkıyordu. Ağlamaktan kurumuş yanaklarımı al al yapıyor, ellerimi acıtıyor, dudaklarımı kurutup sümüklerimi akıtıyordu. Ellerimi cebime sokmuş, denge içinde yerimden kaymadan bekliyordum. Cemile diye bir kadın kolumdan tutup beni de annemin arkasından Peruşumun evine götürüyordu. Kaymamayım diye sıkı sıkıya tutuyordu beni. Neyse ki kazasız atlatmıştık. Giderken kaynaşmak için birbirimize sorular soruyorduk. Nihayetinde eve vardığımızda merdivenleri çıkıp sırasıyla içeri girdik. Annem zaten içeriye girmişti. Salonun ortasında duruyordu ağaçtan yapılmış kara tabut, annem onun yanına oturmuş yine ağıtlar yakarak feryat figan ağlıyordu. İçeriden ise okunan duaların sesleri geliyordu. Bende içeriye gitmek zorunda kaldım, Peruşumu göstermiyorlardı bana, ne lanet ettim onlara. Kuru yere oturdum, sessizce ağlıyordum fakat beni oradan kaldırıp sedirin üstüne oturttular. Bana dokunuyorlar diye çığlık çığlığa bağırıyordum. O yüzden sonrasında pek dokunmadılar bana.
Sakinleşince kalktım, etrafa bir göz attım. Herkesin hem içi hem dışı karalara bürünmüştü. Fark ettirmeden sessizce salondan geçip sandukaların olduğu odaya geldim. Orada da kalabalık vardı ama oturma odasındaki gibi pek fazla değildi. Kapının kenarına oturdum. Karşıya baktım. Kadınlar Peruşuma bakmak için kapalı tabutun kapağını ve kefeni açmışlardı. O esnada nasip oldu, bende gördüm onun yüzünü. Yüzünü gördüğüm için bir heyecanla kalktım insanlara çok yaklaşmadan Peruşumun yüzüne bakmaya çalıştım. Gördüm de. Yüzünün rengi solmuştu, bembeyaz olmuştu. Gülümsüyordu sanki, dişsiz ağzı ve mosmor olmuş kırışık dudakları iki yana çekilmiş gibiydi. Gözleri kapalıydı, son kez olsun göremedim elmas gibi olan gözlerini. Başı açıktı, saçlarındaki kınanın kızıllığı solmuştu, diplerinde ince ince beyazlıklar ve grilikler görünüyordu. Kaşları kalkık gibiydi. Kırışıklıkları biraz gerilmişti fakat yine de o kırışıklarda yaşadığı hayatı görüyor gibiydim. Huzura ermiş gibiydi, mutluydu. Onu öyle görünce hem mutlu olmuştum hem de daha şiddetli ağlamaya başlamıştım. Karışık hisler içindeydim, terazim tutmuyordu.
Birkaç saat sonra Peruşumu defnetmek için mezarlığa doğru yola çıkmaya başlayacaktık. Vakit yaklaştığında son birkaç dakika kala kuzenlerimle aşağıya indik, her yer sonuçta bembeyazdı ve oyun oynamak için harika bir zamandı. O sırada dayımın kızı göz kulak oluyordu hem bize hem de kendi çocuklarına. Giydiğim sandaletler karla oynarken o soğuğa elbet dayanamadı ve çoraplarımla beraber ıslanmaya başladılar. Fakat bunu o an dert etmedim ve evinden son kez uğurlanan Peruşumun cenazesine bakmaya başladım. Tabutu değiştirmişlerdi, daha açık bir renk ve daha geniş olan bir tabuta koymuşlardı Peruşumu. Tabutun üstünde yeşil, uçları püsküllü bir örtü vardı, üstünde sarı renkle Arapça yazılmış yazılar vardı. İmam önden, adamlar arkadan ninemi taşıyorlardı dualar eşliğinde. Annem o zaman da durmadı, o da girdi tabutun altına. Tuttu bir kenarından ağlayarak, bağıra bağıra çıkmaya başladık uzun, karlı, çamur ve büyük büyük taşların olduğu yamaçlardan. O an ayaklarıma sayısızca iğne batırıyorlarmış gibi hissediyordum, arada dudaklarımdan küçük çığlıklar kopuyor, ağzımdan çıkan dumanlar önümü kapatıyordu fakat “Vazgeçmeyeceğiz! Ninemi götüreceğiz, ha gayret!” diye kendi çapımda bağırıyordum.
Nihayetinde mezarlığa vardığımızda Peruşum için ayrılmış bölgeyi hazırlamaya başlamışlardı. Dedemin yanına gömeceklerdi, sol tarafına gömeceklerdi Peruşumu. Ben oraya yaklaşamıyordum, pek kalabalıktı. Fakat annemin hiç dinmeyen bağırışlarını yine duyuyordum. Annem ninemin kefenini çıkarmıştı. Çıplak vücuduna sarılıyordu, göğüslerini okşuyor, yüzünü koklayıp öpüyordu. Gözyaşlarını Peruşumun vücuduna damla damla bırakıyor, abdestini bozuyordu. Bunları ben görmedim fakat annem teyzeme anlatırken duymuştum, teyzem ona çok kızmıştı böyle yaptığı için fakat annem şuurunu ve annesini kaybetmişti, eminim ki bu onun elinde olan bir şey değildi.
Benim o sırada ayaklarım feci bir şekilde yanıyordu, dayanamıyordum, ayaklarımı hissedemiyordum. Kime ait olduğunu bilmediğim bir mezarın kenarındaki mermer kısmına oturmuş, bir yandan ellerimle ayaklarımı ısıtmaya çalışıp bir yandan anneme bağırıyordum. Lakin annem beni işitmiyordu, ben ise ayaklarımın acısından da ağlıyor durmadan bağırıyordum. Sonra hatırlamıyorum kimin dediğini ama çıkar dedi çoraplarını, ayakkabılarını. Ellerim de donmuştu, zar zor çıkardığımda ayaklarımı koyacak yer bulamıyor, soğuk toprağa basıyordum. Peruşumun mezarının son haline bakamadan dayımın oğlu beni sırtına alıp götürmüştü eve. İkizimi de başka birisi sırtına alıp götürmüştü. Şunu söylemeliyim ki o gün bugündür ayaklarım hiç üşümez, soğuğu hissetmezler. Sanırım bir bağışıklık kazandım bu konuda. Fakat bazen diyorum ki keşke ayakkabı giyecek aklım olsaymış o zaman. Çünkü Peruşumun mezarını bir kere gördüm bir daha da hep oraya giden akrabalarım tarafından bizlere atılan fotoğraflardan gördüm. Rüyalarıma da girmez senelerdir, özlemedi herhalde diye düşünürüm o yüzden. Bu konuda bazen yaratıcıyı ister istemez suçlayabiliyorum, sonuçta o değil midir bize rüyaları da kabusları da gösteren?
Yanıp kavruluyor kalbimin derinlikleri ona olan özlemimden. Aklıma geliyor ikizimle bana anlattığı o Kastamonu ayılarıyla yaşadığı müsabakalar, geceleri bazen o anlattığı hikayeleri düşünüp uyuyabiliyorum yalnızca, şakalaşıp gülüştüğümüz anılar geliyor aklıma. Bana, bize bıraktığı her şey geliyor aklıma. Sesini unuttum, kokusunu unuttum, dokunuşunu unuttum, sadece fotoğraflarını saklayabildim, eski bir kamerada olan, serçe parmağı kadar küçük olan poşetlere pudra şekeri doldurduğu videoyu saklayabildim. Bir de olur ya ölen kişinin eşyaları yakınlarına dağıtılır, işte oradan kalan birkaç parça kıyafet vardır bizde, arada bir katlarız onu anarız. O kadar saf, o kadar temiz, o kadar kalbi iyi ve güzel bir insandı ki Atiye’m, o yüzden Tanrı ona beyaz, ipek gibi olan karların arasında kendisi kadar güzel bir ölüm vermişti.
(Buraya kadar sabırla okuduğunuz için teşekkür ederim.)
Yorumlar
Yorum Gönder