Çocukluğumuz

-Çocukluğumuz-

Sezai Karakoç, Türk edebiyatında ‘Diriliş Şairi’ olarak bilinen bir isimdir ve önemli şairlerimizdendir. Şiirlerinde genellikle ele aldığı konular İslam dini ve evrenselliği, insanın varoluşu gibi konulardır. Bugün değerli şairimizin şiirlerinden olan ‘Çocukluğumuz’ adlı şiirinden bahsedeceğim. Şiiri ‘Körfez’ adlı kitabında, 1960 yılında değerli şairimiz henüz 27 yaşındayken yazmıştır. Şiir, kendi çocukluğuna ve İslam’ın önemli ölçüde yeri olduğu eski zamanlara karşı olan özlemini dile getirmektedir.

Şiirin başlığına ilk defa göz attığımda, herkesin geçmişte yaşadığı o çocukluğumuzu, o minik bedenlerimizle yaptığımız türlü türlü oyunları, eğlenceleri, bazen katlandığımız zorlukları ve belki, biraz da kendimiz kadar küçük olan göz yaşlarımızdan bahseder sanıyordum. Pek yanıldım mı bilmiyorum fakat şiiri okuduğumda kulağımın anında hatırlayıp işittiği, o heyecan içeren kahkahalı sedalar geldi. Genellikle kış olurdu, köyümüzdeki tek minareli yeşil caminin görevlisi olan Hoca’nın kızını zar zor ikna eder ve gizlice aldırdığımız anahtarla caminin kapısını açmaya çalışırdık. Yakalanma korkusu içimizi sararken onu atabilmek maksadıyla işaret parmağımız kadar küçük kiraz rengi dudaklarımızı ısırırdık. O esnada soğuktan akan burunlarımızı sesli bir şekilde çeker, elma gibi kıpkırmızı olmuş yanaklarımızı ise ellerimizle ovuşturup ısıtmaya çalışır, bu seferde parmaklarımızı üşütürdük.

Sonunda kapıyı açtığımızda, birileri var mı diye göz gezdirirdik. Yok ise içeriye -çarpılacağız korkusuyla da beraber- besmele çekerek girerdik. Hızlıca pabuçlarımızı, montlarımızı çıkarır, karanlık bir kenara saklardık. Ardından bir kapı daha karşılardı bizi, bunu tereddüt etmeden açardık ve açtığımız gibi artık hatırlayamadığım o koku anında burnuma dolardı ve sürekli gelip giden cemaatten kalan o hafif sıcaklık, üşümüş yanaklarımızı, ellerimizi, ayaklarımızı ısıtır, bedenlerimizde ani gelen sıcaklıkla titretirdi. İçeriye yakalanmadan girmenin verdiği hafiflik, güven ve huzurla etrafı inceler, güzel atmosferin karşısında haklı olarak dilimizden nidalar dökerdik, dışarıdan gelen rüzgarın uğultularıyla da birlikte etrafta bir yankı yaratırdık.

Yavaş yavaş herkes birbirinden bağımsız olarak ayrılır, hareket etmeye başlardı. Önce yumuşak, üstünden siyah, kalın çizgilerin geçtiği, turkuaz renkli halılara ayaklarımı sürter küçük bir iz çıkarırdım, bunu birçok kez sıkılmadan ve ağzımdan eksik olmayan o gülümsemeyle yapardım. Ayak izlerimi ardı ardına bırakırdım. Sonra kafamı yavaşça yerden kaldırırdım, kaşlarım çatılırdı çünkü oldukça uzun olan o tavan, tavan da dememeliyim o resmen kocaman bir oyuktu, o uçsuz bucaksız bir gökyüzünü andıran kubbeydi ve ben ona dikkatlice bakardım. Kubbenin tam ortasına asılmış, evimizdekinden yüz kat daha büyük, daha şık ve daha işlemeli o koca, altın renkli zincirlerle üst üste dizilmiş halkalar şeklinde olan avizeye çok bakmak bir yerden sonra başımı döndürürdü ve üstüme bir an düşecekmiş gibi de gelirdi. Aklıma çok kez takılırdı, bu koca şeyi nasıl tutup takmışlar acaba diye. Düşünmeyi bir kenara bıraktığımda kafamı indirir, mermerlerden oluşmuş upuzun mihraba bakardım. Bizimkinde pek işleme, tezyinat yoktu fakat o haliyle bile ağzım açılır, güzelliğine kocaman gülümserdim. Bu sefer ise ‘Uzun olan kişiler buraya mı geçiyor acaba?’ diye düşünürdüm. Önünde kahverengi bir rahle vardı, biliyordum rahleyi gittiğim kurslardan. Bunun sevinciyle başka yerlere göz atar, mihrabın yanında, iki üç merdivenle çıkılan, havada gibi duran küçük bir masa vardı, burası vaazların verildiği yerdi. Üstünde bir mikrofon, biraz daha yaklaşınca da Kuranları, kağıtların üzerine yazılmış birkaç şey görürdüm. Sonra oradan iner, karşısındaki minbere bakardım. Tek bir kalesi olan şatoya benzetirdim onu. Hızlıca oraya doğru koşar daha da uzun merdivenlerle karşılaşırdım. Fakat bundan biraz korkardım, perdesi vardı içinde ne olduğunu bilmezdim. Oraya gidersem o perdenin içinden biri ya da bir şey beni tutar sanardım ve korkudan hıçkırırdım. İki üç basamak çıkar belki çıkar belki çıkmazdım, oradan hemen korku dolu ifademle uzaklaşırdım.

Korku kısa bir sürede uçup gittiğinde etrafa bakmaya devam ederdim. Genellikle dilini bilmediğim yazılar, sülüsler vardı. Fakat bilirdim ki görünüşleri çok güzeldi. Onlara hızlıca bakabilmek için etrafımda hızlıca dönerdim -gerçi ben oyun maksadıyla da dönerdim- ardından kollarım yavaşça havalanır ve etrafım flulaşırdı. Yapmaktan hoşlandığım bu şey bana deli gibi zevk verirdi ve eğlendirirdi. Döndükçe dönerdim sonuçta burada annemin ikazları ya da terliğinin havada süzüldüğü o dayaklar yoktu, hürdüm. Yavaşlar, kendimi yere bırakırdım ve küçük kıkırdamalarımın arasında hızlıca inip kalkan göğsüme yeterli oksijeni çekerdim. Durmazdım ve bir sonraki hamleme geçer, yuvarlanırdım diğer arkadaşlarımla, koşu yarışını da eksik etmezdik asla. Sonunda ise ya yakalanır ya da hevesimizi alıp çıkardık camiden.

Bunu uzun uzun anlatmamın sebebi şiirin bana okuduktan sonra ne hissettirdiğini ne düşündürdüğünü güzel bir şekilde anlatmaktı. Bunları anlatırken benimde Sezai Karakoç gibi çocukluğuma olan özlemim kalbimi okşuyor, gözlerimi yaşartıyor. Küçükken sürekli girdiğimiz o iki adım uzağımdaki camiye tekrardan gitme hevesi oluşturuyor. Fakat ben ne kadar gitmek için hevesli olsam dahi, o neşeyi, o huzuru, o saflığı orada bulamayacağıma o kadar eminim ki. O yüzden orada bıraktım şimdi ‘Küçük Deniz’i, ben ise aldım başımı gidiyorum bende kalan bu anılarla.

Yorumlar

  1. Çok güzel. Okulda hatırlat biraz sohbet edelim yazınla ilgili olarak.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Atiye

SANATIN ADI ANADOLU'MUZ