Ben Deniz
Merhaba, ben Deniz. Bu yazımda sizlere uzunca bir şekilde hayatımdan bahsedeceğim yani bir otobiyografi yazısı olacak. Aslında bu yazıyı atarken utanıyorum, çünkü çok geç kaldım, notuma falan yansımayacak fakat artık bunun için yapabileceğim hiçbir şey yok. Öğretmenimi de çok uğraştırdım, yaşattığım zorluk için de çok özür dilerim. Şimdilik bunları kafama takmamaya çalışarak on beş yıllık hayatımı yazacak ve gözler önüne sermiş olacağım. Sıkmayayım, hemen başlayayım.
8 Nisan 2010’da, sabah sularında, hiç beklenilmeyen bir şekilde İstanbul Bağcılar’da doğdum. Beklenilmeyen bir şekilde diyorum çünkü ikizimle beraber daha yedi aylıkken doğmuşuz. Hatta teyzem rüyasında bizim erken doğduğumuzu bile görmüş. Anneme de, İstanbul’dan ayrılmamasını söylemiş fakat annem onu dinlemeyip, Tekirdağ’a yani Çakıllı’ya tek başına dükkanımızı zar zor işleten babama yardımcı olmak amacıyla geri dönmüş. İşte biz de o sabah birer sürpriz gibi doğmuşuz. Velakin insan gibi ne cepte para ne de sırtta kıyafet varmış. Hatta annem bir aralar babamın yanında sadece elli kuruşu olduğunu söylemişti. O sabah bu yüzden İstanbul’a doğum için Türkçe öğretmenimin kocası götürmüş. O zamanlar bir arabamız da yoktu tabi, işler hiç de tıkırında değildi. Onlar da araba ile çok kısa sürede İstanbul’a geldiğinde ve doğumumuz dediğim gibi biz daha yedi aylıkken gerçekleşmiş olmuş.
O yüzden önce annemin o ana kucağına ve sıcacık göğsüne koyulmak yerine on iki gün kuvözde kalmışız. Bilekle dirsek arası kadar vücudumuz varmış, küçücükmüşüz. Hatta ikizime yaşamaz bile demişler çünkü o benden bile küçükmüş. Annem de bu süreçte çok ağlamış. Çünkü biz onun altı yıllık denemesinden sonra tüp bebek tedavisi sayesinde doğan tek çocuklarıydık. Defalarca düşük yapmış, o yüzdendir bize karşı olan bu hassasiyeti. Sağdan soldan hamile kalamadığı için birçok laf işitmiş ama kırk beş yaşında anne olmuş mu, olmuş, güzel de olmuş.
Fakat yine de bazen bu duruma üzülmediğimi söyleyemem. Çünkü bizim büyüdüğümüzü, elimize mesleğimizi aldığımızı, kendi paramızla geçindiğimizi göremez diye çok korkuyorum, bu aynı şekilde babam için de geçerli. Zaten ikisinin de diline pelesenk olmuş bir ölüm varken bunları düşünmek daha da çok mahvolmama sebep oluyor. Neyse, bunları hızlıca geçiyorum. İşte hal on iki gün kuvözde kalmak olunca, annem her gün dayımla beraber istisnasız hastaneye bezle mama getirmeye başlamış. Neticede el ayağa dolaşmış ama, gelmişiz dünyaya.
Doğduğumdan beri Çakıllı’da yaşıyorum. Fakat hiçbir zaman doğru düzgün burayı sevemedim. Evet belki de doğallığı, ferahlığı güzel ama ne bileyim, ben buraya ait hissetmiyorum kendimi. Daha sonrasında hisseder miyim onu da bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki sadece tatillerde gittiğim İstanbul’un o sıcak sokaklarını buraya kesinlikle tercih ederim. Çünkü İstanbul benim sadece en sevdiğim şehir değil, her şeyimdir, ait hissettiğim tek yerdir. Oraya gittiğimde pek dışarı çıkmıyorum ama nedense tekrardan nefes almaya başlıyormuşum gibi hissettiriyor. İstanbul bir insan olsaydı kesinlikle ona aşık olurdum. Açıkçası zaten öyleyim, İstanbul’a aşık olmam için onun insan olmasına gerek yok.
Çoğu insana en sevdiğim şehrin İstanbul olduğunu söylediğimde bana garip bir şekilde bakıp “İstanbul mu?” diye kulaklarına inanamıyormuş gibi tekrardan soruyorlar. Sonra ara vermeden “Ama orası çok kötü. Aşırı kalabalık, insanlar çok fazla. Orada kim, nasıl yaşayabilir?” diye devam ettiriyorlar, fakat umurumda değil. Zaten beni tanıyor olsalardı böyle bir cümle dahi kurmazlardı çünkü ben insanları seven biriyim, lüzumsuzlar dışında elbette. İstanbul’a gönülden bağlıyım, böyle eksileri var diye ondan vazgeçecek biri değilim. O kalabalıktan ya da o olumsuzluklarından belki ben de yeri geldiğinde nefret ederim fakat bu benim kalbimdeki o sevgiyi söküp atamaz.
Çok uzatmayayım. Doğduğumdan beri Çakıllı’da yaşıyorum. Tüm çocukluğum burada geçti. Okula başlayana kadar türlü türlü anılar biriktirdim, oyunlar oynadım. Mesela yakan top oynarken çok kez düştüm üstüne ağladım fakat sonrasında hiçbir şey olmamış gibi avuçlarım yara, dizlerim kanlı, üstüm başım toz bir şekilde güle oynaya oyuna devam ettim. Başka günler cami avlusuna yakın olan, belediyenin diktiği gül çalılarının dikenlerine katlanarak birkaç tane koparırdık. Sonra da bunları dükkanımızın önüne, bir tane meyve kasasının üstünde arkadaşımla beraber satmak için çabalardık. Kimseler de almazdı onları ama o güller, o meyve kasası aklımızda hep anı olarak kaldı. Hatta dükkana tıpkı bir hırsız gibi gizlice girip çaldığımız börek kağıtlarına şekiller çizdikten sonra arkamızdaki duvara asmak bile anı olarak kaldı.
Saatlerce dört tekerlekli bisiklet sürerdim sokaklarda, yarışlar yapardım diğer çocuklarla. Bisikletim kötüydü, bana küçük gelirdi babam da yenisini alamazdı fakat yine de tüm gücümle sürerdim bisikleti. Yine de genellikle kaybederdim ama hiç sıkıntı da yapmazdım. Oyundu bu, küçük çaplı bir yarış, dünyanın sonu değil. Çok sıcakladığımız zamanlarda da havuza benzeyen, suyu güneşin altında elmas gibi parıldayan, tarlaların su ihtiyacını karşılayan bir yer vardır. Oraya gider ve ayaklarımızı buz gibi suya sokup bir güzel serinlerdik. O kadar iyi gelirdi ki kafamızı yakan o sıcakta, anlatılmaz yaşanır. Yine bir keresinde buraya geldiğimizde mavi, üstünde animasyon karakteri olan parmak arası terliğimi kanala kaçırdığımı hatırlıyorum. Çok üzülmüştüm favori terliğim olduğu için. Fakat üzüntüm bir işe yaramamıştı, terlik geri gelmemişti. O yüzden o gün eve ayağımda teki olmayan bir terlikle gitmek zorunda kalmıştım. Yanarım yanarım ama o terliğin kaçmasına yanarım.
Akşamları da annemizden ve babamızdan kopardığımız paralarla bakkala gidip bir şeyler alır, hepsini kaldırımlara oturup yerdik. Yarış ederdik birbirimizle, en hızlı kim yiyecek diye. Abur cuburlar bittiği zaman da terliklerimizi çıkarıp, uzağa atma yarışı yapardık. Çevrede evler genelde müstakil olduğu için terlikler ya pencere kenarlarına ya da bahçelere kaçardı. Biz de evin sahiplerine fark ettirmeden gizlice girip alıp çıkardık. Bu yarışı yapmazsak bile terliklerimizi çıkarıp sokak lambalarının aydınlattığı yollarda el ele tutuşup çıplak ayaklarla koşardık. Gece gündüz sokağı inletirdik gülüşmelerimizle bu yüzden hep kızardı kahvedeki dayılar. Biz de onlara inat daha çok gülerdik. Çocuğuz ya, inatçıyız sonuçta.
Yorulduğumuzda da kaldırımlara geri otururduk. Akşamın o mehtabı, o yıldızlar o kadar güzeldi ki, her şeyimi bırakır başımı dizlerime koyup kollarımla da bacaklarımı bir güzel sararak onları izlemeye dalardım. Hafiften çok güzel bir rüzgar eserdi, sanli elleri varmış gibi kanı kurumuş yaralarımı ve koşmaktan al al olmuş yanaklarımı okşardı. Gecenin bu sakinliği, ağaçların fısıldayan hışırtısı, yuvalarına giderken öten o kuşların sesi… bunlar insanı mayıştırmaya yeterdi. Öyle ki beni kucaklayıp hayal dünyama götürürdü. Fakat oradan da annem camdan bize “Gelin artık!” diye bağırdığı için çıkmak zorunda kalırdım.
Evlere dağılma vakti geldiğinde o yorgunlukla hiç beklemeden o yataklarımıza girer, uyurduk. Sabah da daha kargalar bokunu yemeden sabah beş ya da altı gibi erkenden uyanırdık. Damla ile üstümüze hızlıca kalın bir şeyler giyer, giyindiğimiz gibi de dükkana inerdik. Babam da o sıra ilk arabası olan beyaz bir tofaşa malları yüklerdi Evrenli diye bir köye götürmek için. Bizde arkasına atlar, onunla beraber giderdik.
Giderken dışarıyı daha iyi seyredebilmek için arabanın camının kolunu zar zor açar, içeri giren o serinlikle tekrar uyumamak için zor dururdum. Küçük tepeciklere bakakalırdım, ağaçlarla beraber onların da kaç tane olduklarını sayamaya çalışırdım. Fakat babam hızlı gittiği için yetişemezdim. O yüzden ben de güneşin doğuşunu seyretmeye geçerdim. Katman katman açılan o renklerle karanlığın kayboluşu, bulutların ortaya çıkması yüzümün gülmesine sebep olurdu. Beni umutlandırırdı bu gün doğumları, çok güzel hissettirirdi. Şu an da bile gün doğumlarını pek izleyemesemde hala bayılırım. Eve dönerken de güneş bizi takip ederdi. Damla ile beraber onu seyredip gülüşürdük “Güneş bizi takip ediyor.” diye. Babam da o sıra camı kapattırmaya çalışırdı sizi sabah ayazı çarpar diye. Fakat araba kötü olduğu için camı açmaya gücümüz yeterken, kapatmaya gücümüz yetmezdi, eve gidene dek açık kalırdı.
Bir de ‘Tıkır’ derdik biz o arabaya, tıkır tıkır gider gelirdi çünkü. Hep yolda kalırdı. Annem de babama sürekli kızardı “Araba mı alıyorsun, pazardan bir poşet domates mi belli değil!” diye. O böyle diyor diye üzülürdüm, çünkü araba da üzülüyormuş gibime gelirdi, üzüldüğü için de çalışmaz sanırdım. O yüzden annemi susturmaya çalışırdım. O da susmazdı tabi, beni mi dinleyecek? İnadına ben de ona darılır, dükkana gider, sandalyelerin birinde otururdum.
Saatler geçerdi o sıra, tamamen sabah olduğunu da kulağıma gelen kuşların sesi ve uyanan insanlardan dolayı fark ederdim. Annem de tabi çoktan kahvaltıyı evde hazırlamış ve dükkana getirmiş olurdu. Hep beraber kahvaltımızı ara ara gelen müşterilerin afiyet olsun deyişleriyle bitirdikten sonra hemen Damla ile dükkandan firar etmeye çalışırdık, arkadaşlarımızı çağıralım da oyun oynayalım diye. Fakat annem izin vermezdi. Sürekli dışarda gezmemize kızardı, araba çarpar, birileri bize bir şey yapar diye korkardı. Yine de biz onu dinleyemeyip ikizim ile beraber birkaç adım mesafedeki arkadaşımızın evinin önüne gider, aşağıdan dışarı çıksın diye bağırırdık. O da geldi mi gece yarılarına kadar eve girmezdik. Çünkü bilirdik ki eve girersek annem bir daha bizi hayatta dışarı salmazdı. O yüzden açlığa ve sussuzluğa saatler boyunca dayanmaya çalışırdık.
Arada bir İstanbul’dan akrabalarımız gelirdi, çok durmazlardı, sonuçta onların da işleri güçleri vardı. Bunu biliyordum fakat gitmelerine o kadar çok üzülüyordum ki saatlerce gitmesinler diye nefesim kesilene kadar ağlıyordum. Bir nevi onları kendimle tehdit ediyordum. Çünkü ben insanlara çok çabuk bağlanan birisiyim, yokluklarını hemen en derinimden hissedebilirim. Bu hala beni çok yıpratan bir şey olsa da elden ne gelir? Gelen gidiyor, işleyiş böyle bir kere, kafa tutmak haddime değil.
Kışın geldiğini de oturma odasına kurulan o sobadan anlardım. Annem hiç hoşlanmasa da ben sobayı çok severdim. Üstüne kestane koyup patlatmayı, mandalina kabuklarını ısıtıp kokusunu odaya saçmayı, ıslak ellerimdeki su damlalarını sıçratıp cızırdatmayı, soğukluğunu hissettiğim kıyafetlerimi boruya dayayıp ısıtmayı, bunun gibi şeyler yapmaktan hoşlandığım için dolaylı yoldan sobayı da çok severdim. Ne de olsa sobanın işiyle ben değil, annem uğraşıyordu. Fakat o uğraşına değil de bağırmalarına, küfürler edişine çok üzülüyordum. Çok etkileniyordum, boğazım düğümleniyordu, ağlayasım geliyordu. Evet, bunları bana söylemiyordu fakat duymamak elimde olan bir şey değildi.
Fakat sobayı yaktığında ve gece uyurken bizi kat kat örttüğünde üzüntüm falan her şey dağılıp gidiyordu. Sadece tavana yansıyan, sürekli oynaşan o ateşin turuncu renklerini izleyip yanan odunların çatırdısını dinleyerek huzura eriyor ve bir güzel uyuyordum. Sabah kalktığım gibi de daha esnemeden pencereye koşar, etrafın bembeyaz olduğunu görünce çığlığı basıp Damla’yı da uyandırırdım ve zorla kardan bembeyaz olmuş etrafa baktırırdım.
Karla oynamak için o kadar heyecanlanırdım ki eriyecekler korkusuyla yerimde duramazdım. Annem dükkandan geldiği gibi kahvaltımızı yaptırır, aşağıya geri inerdi. Sonra da gece kuşu olan babam eve gelirdi, o da zaten yorgun argın olduğu için hemencecik uykuya dalardı. Bizde hazırlanıp annem daha dükkandayken kimseye fark ettirmeden arka bahçede diz boyu olan karla kardan adamlar yapıp oynardık. Annem de bizi çok geçmeden yakalayınca üstümüz başımız kar bir şekilde paşa paşa eve çıkmak zorunda kalırdık. Şimdi artık ne o kadar kar yağıyor ne de bizim oynayacak hevesimiz var. Aslında bu her şey için geçerli. Deli gibi dışarılara çıkıp oyunlar oynayan, gezen, tozan Deniz yok oldu. Galiba ben bir şeylerimi kaybettim, onlar nedir bilmiyorum fakat çok üzgün olduğumu biliyorum.
Yazdıkça aklıma gelen ve yazmak istediğim çok şeyler var fakat yazının hepsini bu anlattıklarımla dolduramam. O yüzden diyebiliriz ki ben dolu dolu, paha biçilemez bir çocukluk geçirdim. Yaşadıklarımın hepsi birbirinden güzeldi, o kadar güzeldi ki şimdi bile gözlerimi mutlulukla yaşartabiliyorlar. O yüzden böyle bir çocukluk yaşamama neden olan herkese, her şeye çok ama çok teşekkür ederim, bana bu kadar güzel anılar bıraktıkları için diyelim ve devam edelim.
Bu anlattıklarım, ben altı yaşımda anasınıfına başlayana kadar devam etti. Zaten okumaya oldukça meraklı bir çocuktum. O yüzden hep “Okula gitmek istiyorum!” diye herkesin kafasının etini yerdim ve o büyük gün geldiğinde de annemin beni Damla ile okulda bırakması hiç sorun olmadı. Diğer çocuklar, Damla dahil annemi istiyorum diye bağırırken ben oyuncaklarla oynar, resim çizerdim.
Ben zaten hiçbir zaman yaşıtlarım gibi olmadım, kendimi hiçbir zaman onlarla bir tutmadım. Onların gülüp eğlendiği zamanda ben olgunlaşmaya başladım, bu yüzden daha sessizdim, daha anlayışlıydım, daha sabırlıydım ve bunun gibi birçok büyük insanların sahip olduğu özelliklerim vardı. Bana hep “Yaşına göre çok olgunsun.” dendi. Doğru diyorlar, yalan değil. Hala da öyleyim, çok yaşlı bir ruhum vardır. Sakinliği, sessizliği ve huzuru severim. Kendimle baş başa kalmaktan çok hoşlanırım ancak kalabalığı da severim.
Annem bazen yaşıtlarım gibi olmayışıma kızıyor, Damla’da öyle. Eve bağlı olmama, dışarı çıkmayışıma, yaşıtlarımın saçma sapan eğlencelerine katılmayışıma, onlarla gülüp eğlenmeyişime bunun gibi şeylere özellikle Damla kızabiliyor. Fakat beni ilgilendirmiyor, pek de umurumda değil. Ben kendimi çok iyi bir şekilde eğittim, hala da eğitmeye, kendimi geliştirmeye devam ediyorum. O yüzden sağdan soldan gelen “Sen niye böylesin ya?” sorularını kale almıyor, kendime bakıyorum.
Fakat benden beklenen de bu gibiydi ya da bana öyle gelirdi. Hani ailelerde olur ya ufak tefek, mal gibi bir çocuk. İşte o bendim. Sesi, soluğu çıkmayan o çocuktum. Damla annem gibi çok sinirli bir evlattı, benim ailedeki varlığımı bastırırdı. Hep korurdu beni ve bunu okullarımız ayrılana kadar yaptı.
Doğruyu söylemek gerekirse bu hiç mi hiç hoşuma gitmezdi. Çok kızardım onun beni korumasına, defalarca kez kavga onunla bu nedenden dolayı fakat nafile, dinlemedi bile. Böyle yaparak insanları benden uzaklaştırıyordu ve bilmiyordu ki ben insanlarla konuşmayı, onlarla olmayı çok severdim. Bir erkek çocuğuyla iki kelam ettiğimde bile yangından mal kaçırır gibi hemen ortaya dalıveriyordu. Oysaki yaptığımız hiçbir şey yoktu, sadece konuşuyorduk.
Bunun gibi en ufak kıvılcımda bile hemen sinirleniyor, bana sataşan herkesi dövmeye çalışıyordu. O yüzden onunla aynı sınıfta olmayı hiç sevmiyordum, hiçbir zaman da sevmedim. Hep şöyle sorardım ona “Damla böyle yapma, sen olmadığın zaman ne yapacağım? O zamanlarda da mı yanımda olup kurtaracaksın beni? Zor durumda kalmamı mı istiyorsun?” diye. Fakat o beni sürekli “Tamam bir daha asla yapmayacağım, uğraşmayacağım seninle.” diyerek geçiştiriyordu.
İnanın Damla’yla anasınıfı olsun, ilkokul olsun, ortaokul olsun bir kere bile yanına gidip kırk dakika boyunca ders işlemedim. Bu korumacılığının, sinirinin beni sevdiğinden kaynaklandığını da söylerdi. Ancak seven insan, sevdiğinin sevmediği şeyleri yapmamalıdır bir kere. İşte bunu Damla’ya gel de açıkla, hayatta anlamaz. Ben bu yaptıklarının nedenin az çok anlıyorum ama onun beni doğru düzgün anladığını pek sanmıyorum. Liseye geçtiğimizde ve yollarımız ayrıldığında da Damla’nın yokluğunu hiç hissetmedim. Zaten son sene varla yok arasında olduğu için hiç sıkıntı olmadı benim için.
Bu arada annem de Damla ile aynı fikirdeydi. Şu yaşıma geldim hala “Deniz yapamaz ama Damla yapar.”, “Deniz ses edemez ama Damla adamı bile döver.” bunlar gibi türlü türlü şeyler söyleyip beni aşağılar. Bunlar çok gurur kırıcı bir şey, bir annenin çocuğuna asla dememesi gereken sözler çünkü burada çocuğun kendisine olan özgüveni söz konusu. Evet, belki ben yapamam ama Damla yapar. Evet, belki ben bir adamı dövemeyebilirim, Damla dövebilir ancak niye bir adamı dövmeyi tercih edeyim! Sınırlar aşılmadığında konuşup anlaşabilmek varken neden nizamımı bozayım? Neden yapamazmışım diye hayatımda karşıma çıkan her şeyi boş verip, reddedeyim!
Bundan hep ölesiye nefret ettim, hala da ediyorum. Ben inanıyorum ki her gencin, her çocuğun yapıp yapamayacağı şeyler vardır ki yapamazsalar dahi gidip o çocuğun özgüvenini kıracak cümleler kuramaz ebeveynler, onların hiçbir zaman böyle hakları olmaz. Bu şekilde yıllar boyunca sadece Damla’nın gölgesi altında değil, anneminkinde de kaldım. Her şeye, herkese karşı olan o sinirleri beni benden alırdı, çok üzerdi, duygusuzlaştırırdı. Sonucunu da gördüler fakat şimdi de bundan hoşlanmıyorlar. Ben katiyen onları bu konuda kendi içimde asla affetmeyeceğim.
Neticeye gelmek gerekirse, anasınıfı çok güzel geçmişti. Dönem sonu annelerimizin karşısında gösteri yaptığımızda ağlamıştım çünkü arkada şu çocukların -en azından benim- psikolojimi bozan anne şarkısı çalıyordu ve biz onun eşliğinde dans ediyorduk! Küçükken böyle şarkılara karşı aşırı duygusaldım, o yüzden gösteri esnasında kendimi tutamayıp ağlamaya başlamıştım. Şimdi ise hatırladıkça gülerim.
Birinci sınıfa geçtiğimizde de çok heyecanlıydım. Sonuçta elimde kalem tutup bir şeyler yazabilecek ve babama sormadan bir şeyleri okuyabilecektim. Okuma yazmayı da öğrendikten sonra, bir şeylerin farkına varmaya başladım. Annemin bunları bilmediğini öğrenmek bana ağır geliyordu. Çünkü ödevlerime bakamıyordu, matematik sorularında takıldığım zamanlarda yardımcı olamıyordu, okuduğum kitaplarda anlamını bilmediğim kelimelerin ne olduğunu söyleyemiyordu çünkü o da bilmiyordu. Damla ile zar zor yapardık ödevlerimizi, ben açıkçası zaten yapamazdım, özellikle matematik çok zor gelirdi.
O zamanlar da yan tarafımızda eski bir komşumuz otururdu. Benimle yaşıt bir kızı vardır, aynı sınıfa gidiyorduk beraber. Bazı akşamları bize geldikleri zaman annesi hep yakınırdı ödevlerinde sürekli ben yardım ediyorum, kendi başına yapamıyor diye. Sonra kızına dönüp, “Ne olurdu sende Damla ve Deniz gibi ödevlerini tek başına yapsan?” diye onu azarlardı. Evet, biz tek başımıza, yardım almadan yapardık ödevlerimizi ama acayip kıskanırdık onları. Çünkü üzülürdük annem bize yardım edemiyor diye. Babam bize pek yardımcı olamazdı. Sonuçta geceleri mal yapıyordu ve sabahları da uyuyordu.
Damla’nın dersleri ve matematiği iyiydi, o yapabiliyordu ama ben yapamıyordum. Düşünün, parmak hesabı bile yapamıyordum, hala da yapamam zaten. Dönem sonu matematiğim diğer derslere göre düşük gelmişti fakat pek üzülmemiştim çünkü ilgimi hiç çekmiyordu.
Bazen annemin bu konuda bize yalan söylediğini düşünüyordum, o yüzden yanına gidip “Anne şaka yapıyorsan söyle, vallahi ben kendi başıma da yaparım matematiği.” diyordum, fakat nafile. Kadın niye şaka yapsın? O yüzden ben ona öğretmeye başladım birkaç şey. Mesela kalem tutmayı, adını yazabilmeyi, imza atmayı, akıllı telefon kullanmayı... bunların hepsini anneme hep beraber öğrettik. Zorlanıyor mu hala, evet zorlanıyor fakat bu kadar ilerlemesi bile mucize.
İkinci sınıfa geçtiğimde her şey normal bir şekilde ilerlerken bir an da anneannemi kara toprak aldı gitti. Canımdan can gitmiş gibi hissetmiştim, öyle ki kalbimi paramparça etseler canım yine de bu kadar hayatta acımazdı. Anneannem dünyalara bedeldi benim için. Onu tanıdıklarıma çokça bahsettim. Hatta sadece tanıdıklarıma değil, yazılarımda da onu yaşatarak tanımadığım insanlara bile bahsettim. Ölene kadar da bahsetmeye devam edeceğim.
Zaten o gittikten sonra da her şey sırasıyla altüst olmaya başladı. Babamın telefonunda keşke hiç okuma yazma bilmeseydim dediğim şeyleri gördüm. Hala hatırlarım, yüzüm bembeyaz olmuştu, kaskatı kesilmiştim, nefes bile alamıyordum. İnanmak istememiştim böyle bir şeye. Ağlasam ağlayamazdım çünkü ağlarsam ne olduğunu soracaklardı ve söylersem de bana inanmayacaklardı. Bunun yanı sıra babama benzemem o an nedense beni kötü hissettirmişti. Evet, önceden gurur vericiydi çünkü bunu yaptığını önceden görmemiştim.
Babamı çok severdim ben, hatta babamın kızıydım herkes için. Kılına zarar gelse çok korkardım., endişelenirdim. Fakat böyle bir şey yaptığını görünce, her şey bitmiş gibi hissettim. Bu da yakmıştı işte canımı. Çocuktum zaten, şimdi unutamasam da o zamanlar çocuk aklıyla unutuverdim. Sonraki senelerde bu olayın patlayacağını bilmeden günlerin geçmesine izin verdim.
Bu vakte kadar üçüncü sınıfa geçmiştim. O senenin yani 2019’un Mart ayında bana apandisit teşhisi konuldu ve acil bir şekilde patlama tehlikesinden dolayı Saray’dan Çerkezköy’e ambulans ile sevk edilip birkaç saat içinde ameliyata alındım. Bir hafta boyunca beni biri hastaneye götürsün diye o kadar çok bekleyip acı çekmiştim ki nasıl dayandım hala aklım almıyor. Annem benimle beraber perişan oldu bu bir hafta içinde ama sadece bekledi. İşte ailemin böyle bir konuda bilinçsiz olması az daha benim canıma mal olacaktı. Bu beni hala sinirlendirsede, artık eskisi kadar değil. Ameliyat izim hala duruyor kestikleri için. İyi ki de duruyor çünkü aklıma o hem bir o kadar kötü hem de bir o kadar eğlenceli hastane anılarım geliyor aklıma.
Dördüncü sınıfta, çok sevdiğim sınıf öğretmenime doğru düzgün veda edemeden ayrılmak zorunda kalmıştık. Çünkü lanet olası korona ortaya çıkmıştı. Canlı derslere geçmiştik ve o adını unuttuğum ders kanallarından da ders dinlemeye çalışıyorduk. Fakat kimin umurunda diye sorsanız, kimsenin doğru düzgün umurunda değildi. Yarım yamalak bir şekilde ders çalışmaya çalışıyorduk, yine de beceremiyorduk. İlkokulum korona yüzünden böyle bir şekilde sonlanmış oldu.
Beşinci sınıfta da canlı derslere devam ediyorduk. Ben hem korona kapacağım korkusundan hem de evde kalmaktan iyice kilo almıştım, elli üç kilo olmuştum ve bu kilo o yaşlardaki bir kız için hiç de normal değildi. Bu beni psikolojik açıdan kötü etkilemeye başlayınca çok hızlı bir şekilde kilo vermeye başladım. On beş kilo verip otuz sekiz kiloya kadar düştüm ve psikolojimi daha çok bozdum. Çünkü her bir lokma yediğimde koşa koşa basküle çıkıyor, kilo alıp almadığımı kontrol ediyordum. Vücudumu sürekli orasını burasını inceliyordum, günde sadece bir öğün yiyor, doğru düzgün su falan da içmiyordum. Kemiklerim sayılacak hale geldiğimde annem çok kızmaya başlamıştı. O kızmaya başlayınca da zorla yemek yiyerek şu an ki halime geldim. Memnun muyum, kesinlikle hayır fakat en azından kiloyla alakalı sıkıntılarım eskisi kadar çok değil, kafama takmamaya çalışıyorum. Diğer türlü sonu hiç iyi olmuyor çünkü.
Bir de bunun üstüne evimiz yanmıştı. Yani ev demeyelim de, banyodaki çamaşır makinesi baya yanınca her yere is sinmişti. O salon, yatak odası, mutfak vallahi anlatamam hala gözümün önündeler. Siyahtan bile karaydı o is. Her şeyi alıp götürmüştü yangın, sanki evde yaşadığımız her şey de yanmıştı. Biz evde değilken olmuştu yangın, okuldaydık o sırada. Annem bizi bıraktıktan sonra eve geri dönmüş, işte o zaman görmüş yangının çıktığını. Eli ayağına dolaşmış, aşağıya inip babamı çağırmış ama babam başta ona inanmamış, arkasından çıkıp bakınca görmüş evin halini. Hemen camları açıp itfaiyeyi aramış. Onlar gelip söndürmüş yangını. Annemi de kolundan tutup dışarı çıkarmışlar, kadıncağız o sırada kendinde değilmiş.
Hastaneye falan götürmek istemişler ama bizi düşünüp gitmemiş. Asıl bizi düşünüp gitmesi lazım, sonuçta o kadar çok karbondioksit solumuş fakat annem yapmış yani yine inatçılığını. Bir de o gece annem dip köşe temizlik yapmıştı, çok yorulmuştu. Lakin yangından dolayı hepsi boşuna gitmişti. O geceler biz Damla ile arkadaşlarımızda iki gece yatılı da kalmıştık. Annemlerse kapısı kapalı olduğu için içine is girmeyen oturma odasında kalmışlardı. Doğru düzgün uyuyamadım hiç babamla annemi düşünmekten. Büyük maddi sıkıntılara girmiştik, eksilere düşüyorduk fakat bu da geçti gitti. Nitekim evin her tarafı boyandı ama aklımda o islerin yeri kaldı.
O sırada okullar sürekli olarak bir açılıp bir kapanıyordu. Herkes hastalık taşıyor, hijyen kurallarına dikkat etmeyip birbirine bulaştırıyorlardı ve en nihayetinde bana da bulaşmıştı. Ben nadiren hasta olan, olduğunda da hakkını veren bir insanımdır. O yüzden korona da benim için hiç kolay geçmedi. Tat, koku hiçbir şey yoktu herkeste olmadığı gibi. Ateşler, kusmalar derken bu da geçti gitti.
Altıncı sınıfa geldiğimde, artık öğretmenler sekizinci sınıfta olacağımız liseye giriş sınavından ufak ufak bahsetmeye başlamıştı. Bu beni o kadar çok strese sokuyordu ki, saçlarım tutam tutam ellerime geliyordu. O yüzden saçlarım hep bağlı gezerdim okulda, özellikle de evde, sırf annem her zaman benim saçlarımla uğraşmasın diye. Banyo yapmayı sevmezdim saçlarım çok döküldüğü için. Yaptığımda zamanlarda da bazen annem tarardı saçlarımı, çok üzülürdü öyle döküldüğünü görünce. Defalarca kan tahlili yaptırdık bir şeyler vardır belki diye fakat hepsinin sonuçları tertemiz gelirdi. Fakat yine de dökülmeye engel olamıyorduk. Saç çizgilerim neredeyse işaret parmağım kadar açılmıştı neredeyse. Bu yüzden okulda sağda solda sürekli “Kanser misin?” diye soruyorlardı. Yok daha neler. Bir kere kanser olan bir kişinin saçları tedavi görmediği sürece dökülmez. Fakat onlar kıt kafalı oldukları için beni anlayamamışlardı maalesef.
Bu böyle yedinci sınıfa kadar devam etti, yedinci sınıfta saç dökülmelerim durdu fakat stresim hala devam ediyordu. Öyle ki stresten fena halde iştahım açılmıştı, yemek yiyordum tıka basa dolu olduğum halde. Çünkü benim duygularımdı aç olan, karnım değil. Sürekli, durmadan duygularımı doyuruyorduk, onların ruhuma verdiği sızıyı yiyeceklerle kapatmaya çalışıyordum fakat hiç beceremiyordum. Sızı hiç azalmıyordu, aksine gittikçe artıyordu, daha da derinleşiyor, beni hiç olmadığı kadar çok yaralıyordu. Bir şeyler yapmam lazımdı fakat ne yapacağımı bilmiyordum, sadece bekliyordum.
Türkçe öğretmenimizin sınıf içinde yaptığı kompozisyon yarışmaları olurdu, güzel yazardım, neredeyse hepsinde birinci olurdum. Hatta bir kompozisyonumu engelliler haftasında senaryoya çevirip tiyatro oyunu olarak küçük çaplı bir şekilde herkese sunmuştuk. Güzel olmuştu, alkış toplamıştı ve ben de yazı yazmaya işte böyle başlamıştım. Bu başlangıç benim bekleyişimin sonucuydu. Aslında altıncı sınıfta da öylesine yazılar yazıyordum, yedinci sınıfta ona benzer geçmişti fakat sekizinci sınıfta bunu ilerlettiğimde bu noktaya kadar gelebildim.
Sekizinci sınıf, benim için asla ama asla unutmayacağım bir dönemdir. Şu an böyle olmama sebep olan bu dönem, bana bir şeyler katmasıyla güzeldi fakat beni benden almasıyla da oldukça kötüydü. Eski Deniz aniden çıkagelse karşınıza, yeminle tanıyamazsınız onu. Evet, yüzlerimiz falan benzer olabilir ama ruhlarımız kesinlikle bambaşkadır. Ben sanırdım ki hayatım sona erdi, öylesine başıboş yürüyen bir bedenim. Meğersem öyle değilmiş, yaşamaya baştan başladığım dönemmiş. Bunu bilmeden önce o zamanlar “Sanırım hayatımın son demlerini yaşıyorum, nasibimi aldım, birkaç aya mezarım kazılır, ölür giderim.” derdim.
Bu dönemi daha da açmak gerekirse benim açımdan çok sıkıntılıydı. Stresle başa çıkamıyordum, tükenmiştim, çok yorulmuştum. İçim de dışım da kokuşmuş bir sıçan gibiydi. Ruhum çürümüştü, yok olmuştu, uçup gitmişti ellerimden. O kadar sızlıyordu ki içim onun yokluğunda, her yerim kırılacak kadar dövülseydim bu kadar yanmazdı canım. Böyle etimi tırmalıyorlardı sanki, birileri tırnaklarını geçirip beni kanlı canlı soyuyor gibiydi.
Bunun acısından kılımı dahi kıpırdatamazdım, kalkıp su içmeyi bırakın kafamı dahi çeviremezdim. Ara sıra duş alırdım, tenime su değdirmekten iğrenirdim. Saçım başım köyü olduğu için okulda sürekli kafamda kazağımın şapkasıyla gezerdim. Okula gider, okuldan gelir, sadece yatıp telefona dur durak olmadan bakar, bazen masanın başına geçip sadece günlüğümü doldurur, akşam olduğunda da kulaklıklarımı takıp sabahlara kadar müzik dinlerdim. Uyuyamazdım çünkü, uyku tutmazdı. Oraya, buraya, şuraya dönsem bile asla uykum gelmezdi. Çok yorgun olurdum saatlerce yatakta yatmama rağmen, bitkindim. Asla geçmeyecek gibi olan bitkinlikti bu. Yorgunluğun yanında her yerimde bir acı da vardı, bu yüzden de uyuyamazdım. Her gün, her gece ağlardım. Sabaha da gözlerim şiş ve gözaltılarım mosmor bir şekilde birkaç saatlik uyku ile uyanır, üstüne birde okula geç kalırdım.
Bunların hepsi Ağustos’ta dershaneye gitmemle başladı. Şimdiki aklım olsaymış hayatta girişmezdim o işe. Hayır, dershaneye gitmeyin demiyorum, sadece bana yaramadı bu iş. Okul açıldığı vakit her hafta sonu dershaneye gidiyordum, bu benim canımı çok fazla sıkmaya başlamıştı çünkü ödevlerimi yapmıyordum, verilen çizelgeleri doldurmuyordum, derslere katılmıyordum. En önemlisi de kendime vakit ayırıp kafamı dinleyemiyordum. Bunların üstüne haklı olarak bir de öğretmenler kızınca iyice çileden çıkıyordum. Onlar bana kızdıkça ben stres oluyordum, stres oldukça işler sarpa sarıyordu ve hiç sonu görünmeyen bir kuyuda daha çok batıyordum. Son aylarda zaten hiç gitmedim dershaneye, olan ailemin parasına oldu.
Günlerden bir gün öyle patlamıştım ki artık dayanamayacak raddeye gelmiştim. Hafta sonu gelmişti ve ben yine dershane ödevlerimi yapmamıştım, o yüzden dershaneye gitmek istemiyordum. Bunu anneme söyleyince de bana fena kızdı. Durumu açıkladım ama yine de izin vermedi. Gitmek zorunda kaldım, servisi beklediğimiz durağa geldim ama annem peşimi bırakmadı. Ne dediğini inanın hatırlamıyorum ama orada hüngür hüngür ağlamaya başladım. Sanki kıyamet kopuyordu. Çevreden geçenler bize bakıp duruyordu. Nihayetinde annemi dükkana geri gönderdim, kavga da böylece bitmiş oldu.
2024’e gireli ya biraz olmuştu ya da az kalmıştı. Gecenin bir yarısı ders çamaya başlamıştım. Çünkü o gün hiç ders çalışmamıştım ve kendimi çalışmadığım için oldukça suçlu hissediyordum. İşte bu suçluluk duygusunu söküp atabilmek için de gecenin bir yarısı yine masa başındaydım. O sırada Damla yanıma geldi. Bana dedi ki “Deniz ben babamın telefonunda bir şeyler gördüm.” dedi. İşte o an gözlerimi sımsıkı kapadım. Kaç yıl önceki olay, Damla sayesinde birkaç gün içinde fena halde patlayacaktı. Nereden bilebilirdim ki? Babam böyle şeyleri yapmayı bırakır sanmıştım. Fakat babam bunu yapmayı bırakmamış, devam ettirmişti.
Hayatımdaki en büyük darbelerden biridir babamın yaptığı bu şey. Dilim elvermiyor söylemeye. Biraz da utanıyorum. Zamanında diğer kızların babası da böyle şeyler yapmış mıdır diye düşündüğüm olmuştu. Fakat bir sonuca varamıyordum. Aklımdaki tüm odaların kapısı kilitliydi, kalacak yerim yokmuş gibi hissediyordum, yapayalnızdım sanki. Sonrası zaten sadece üç kelime “Babam annemi aldatmış.” başka hiçbir şey duymama gerek kalmamıştı. Kafamın içinde sesler çoğalmıştı, karşımda Damla ağlıyordu, gücüm tükenmişti.
Babam, en çok sevdiğim adam, nasıl böyle bir şeyi yapabilirdi? Daha anneme bile söylemediği o aşk sözcüklerini nasıl başka kadınlara söyleyebilirdi? Bu haltları yerken onca sene nasıl yüzümüze bakmıştı? Hiç mi içinde bir pişmanlık tohumu olmamıştı? Bunlar kafamdaki soruların sadece birkaç tanesi. O gece hiç uyuyamadım, sabahına babamın yüzünü bile görmek istemedim. Okulda zaten kendimde değildim, gün boyu ağzıma bir lokma bile sürmemiştim.
Eve geldiğimizde Damla anneme her şeyi anlatmıştı. O üzülmediğini söylese de gözlerinin rengi dahi gitmişti, ben anlayabiliyordum. Akşamına da zaten kavga çıkmıştı. Üçü tartışıp bağırışırken ben sesimi çıkaramıyordum. Ağzımı açacak mecalim yoktu. O kavgadaki her şeyi unuttum ama babamın “Kızım ben size internet cehaletinin nasıl bir şey olduğunu göstermek için yaptım.” yarım ağız gülerek deyişini asla unutmam. Teşekkür ederim baba, çok naziksin(!) Başka türlü anlayamazdım ben zaten bu saçmalığın nasıl bir şey olduğunu değil mi? O günleri hızlıca geçmek gerekirse -çünkü aklıma geldikçe hem sinirleniyor hem de üzülüyorum- babamla pek konuşmak istememiştim. Aramız şu an çok iyi, düzeldi fakat ben o zamanlardaki perişanlığımı, Damla’nın üzüntüsünü, annemin o hep parlayan mavi gözlerindeki solgun rengi asla unutmayacağım.
O günden sonra durumum iyice ciddileşmişti. Kendime zarar veren kötü alışkanlıklar edinmiştim. Bunlar parmaklarımı ve dudaklarımı durmadan yolmaktı. Hele parmaklarımın etrafındaki etler delik deşik olurdu. Dudaklarımda kan kara lekeler gibi dururdu. Bu arada bunları halen devam ettiririm. Özellikle parmaklarımı o kadar çok soyuyorum ki, bazen bant takmak zorunda kalıyorum. Bunu özellikle en stres olduğum anlarda yaparım. Yapmadan asla duramam, ellerim boş olduğu vakitler hemen soymaya başlarım. Şu an bile yazı yazarken arada sırada duraksayıp parmaklarımın etrafındaki etleri soyuyorum. Nasıl duracağımı asla bilmiyorum fakat yaptığımın kötü bir şey olduğunun farkındayım.
Yavaş yavaş her şeye, herkese olan inancımı kaybediyordum. Tutunacak dalım kalmamıştı, kimse yanımda değildi, herkes durumumun farkındaydı ama yardım etmiyorlardı, edemiyorlardı. Arkadaşlarım elimden birer birer gidiyordu. Bense hiçbir şey yapamıyordum. Sessizce birbirimizden uzaklaşmamızı izliyordum. Ruhsuzdum, yürüyen bir ruhsuzdum. Ölümü bile düşünür olmuştum, kasıtlı olarak kendime zarar vermek istiyordum. Yatmadan önce bir daha gözlerimi açmayayım diye ağlayarak yalvarıyordum.
Tıpkı verimsiz, kuru bir ağaca benzemiştim. Yapraklarımın hepsi dökülmüştü. Bu dökülen yapraklarımın hepsi benden izin almadan giden duygularımdı. Sonra upuzun, semaya kadar uzanan dallarım çırılçıplak kaldı, güneş onları delicesine kurutup benim elimden yaşama isteğimi, hayata olan bakış açımı söktü götürdü. Gövdem sap gibi olmuş, küçücük kalmıştı, bir sürü yara almıştı. Köklerim kendi varlığımı unutacak kadar zayıflamıştı, yıkılmak üzereydi. O kadar korkunçtum ki bu halimle, kimse yanıma dahi yaklaşmıyor, “Bu ağaç niye böyle?” diye sormuyordu. Ben de aylar boyunca öyle kalakaldım, acı içinde, varla yok arasında bekledim.
Sonra, birileri gelip beni rahatsız etti, bir şey yapamıyordum bu perişan halimle. İşte o zaman kendimi sanata verdim, yazmanın kollarına atıverdim, çünkü o beni istiyordu. İyi ki de atıvermişim. Yoksa kim yıkılmak üzere olan köklerimi güçlendirebilirdi, kim kurumuş, sap gibi kalmış gövdemi iyileştirebilirdi, kim dallarıma tekrardan hayat verebilirdi, kim kuruyup gitmiş yapraklarımı yeşertebilirdi? Başka kim ya da ne bu hale getirebilirdi? Kim beni bana getirirdi, kim beni ben yapardı, kim ruhumu bulup yeniden ellerime verirdi, kim tekrar nefes almamı sağlayabilirdi, kim iyileşmemi sağlardı, kim beni o karanlıklardan alıp kurtarabilirdi? Ben size söyleyeyim, kimse kurtaramazdı!
Ben kendimi hep kelimelere döktüm, hep onlara anlattım, onlardan anlam çıkartmaya çalıştım, onlara birer insan muamelesi yaptım ve onlarla arkadaştan da öte oldum. Yazmak benim için düştüğüm karanlık kuyunun çıkışı oldu. Kimse beni sıkıca tutup bu kadar iyi bir hale getiremezdi. Her anımda yanımda oldu. Üzüldüğümde, ağladığımda, sevinçten havalara uçtuğumda, stresle başa çıkamadığımda, annemle kavga ettiğimde, kimseyle konuşmadığımda, sinirlendiğimde... sırtımı yaslayabileceğim, en güvendiğim yer oldu.
Okudukça, yazdıkça kendimi biraz biraz tanımaya başladım. Bu bana iyi geldi, çok değerli, önemli ve güzel fakat farkındalık yarattığı için çevremde dışlanmaya başladım. Bazen iyi ki de böyle bir şey olmuş diyorum çünkü o eski çevreme baktığımda pek de değişmiş bir şey göremiyorum, eğer hala onların arasında olsaydım, kesinlikle bu halde olmazdım. O yüzden bu konuda kendime minnettarım.
Günler geçiyordu ve artık aylar boyu stres olduğum sınava sonunda girip çıkmıştım. Kötü geçmişti çünkü okulda girdiğim son denemelerde daha yüksek yaparken gerçek sınavda bu kadar düşük performans göstermek beni baya üzmüştü. Doğru düzgün okul gelmez bile sanıyordum fakat şu an gittiğim okul gelince çok sevinmiştim. Hayalim bu okul değildi fakat yine de burayı da çok seviyorum. Bir sürü güzel arkadaş edindim kendime, ayrıca hepsi birbirinden kıymetli öğretmen tanıdım.
Arkadaşlar, ben Deniz. Artık yazının sonlarına doğru gelmemiz gerektiğini düşünüyorum. Doğduğum andan şu vakte kadar olan hayatımı size anlatmış oldum. Uzun bir yazı olacağı kesindi ve hala da uzatabilirim çünkü anlatmadığım birkaç şey daha var fakat lüzumu yok, bu kadarı okuyan herkes için kafi.
Sabırla okuduğunuz için çok teşekkür ederim.
Yorumlar
Yorum Gönder